Mesajlar Etiketlendi ‘İlhami Algör’

İlhami Algör’ün ilk basımı 1995’te yapılan “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku” ile 2000’de basılan “Albayım Beni Nezahat İle Evlendir” isimli kitapları, dönemin kültleşen yapıtlarıydı. “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku”da Müzeyyen’e duyduğu derin aşkı anlatamayan bir adamın hikâyesini okuruz. Aynı zamanda bir yazar olan bu adam, sevdiği kadın için hikâyeler toplayan bir kahramanın serüvenlerini yazmaya çalışır. Müzeyyen bu fikri manasız bulur; yazar – kahramanımız da ona malum cevabı verir: Fakat Müzeyyen bu derin bir tutku. İş, Müzeyyen’in verdiği cevaptadır.

“Albayım Beni Nezahat İle Evlendir”, birinci kitabın devamı niteliğinde. Bu kez, ilk kitaptaki yazar – kahramanın yazmaya çalıştığı hikâyenin kahramanını okuruz. Yanlış kurulduğunu düşünen ve kendi kendini kurmak isteyen bu kahraman, hikâyesinin peşindedir.

İlhami Algör ile, “Müzeyyen ve Nezahat”i konuştuk.

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku ve Albayım Beni Nezahat İle Evlendir bir arada, tek kitap olarak yayımlandı: Müzeyyen ile Nezahat. Takibi zor; yapısıyla okuru zorlayacak bir kitap. Daha kitabın ilk sayfalarında yazar – kahramanımız, “Hikâye yazma oyunu oynuyorum,” diyor ve Müzeyyen de bu yoruma istinaden “Oynar kızım, oynar” diyor. Kitabı kurarken nasıl bir yerden hareket ettin?

Korktuğum başıma geldi. Oldum olası kaçtığım ilişki bu benim. Çünkü bilmem, bu dili bilmem. Kitabı nereden kurduğumu da bilmem. Rahmetli Seyhan Erözçelik, “Sen şairsin,” demişti. İnanırım. Matematik bilmem, ara sıra ruh çağırırım. Ancak dil, çocukluğumdan kulağımdaki seslerden oluşur. Sur içi İstanbul’da, Arap mahallesi, Laz mahallesi, Dersim – Erzincanlılar, İstanbullular, biraz Rum, biraz Yahudi… Bütün sesler, cümleler, küfürler, hayret nidaları, dolaylı söylemenin sesi vb. Konuşan insanların ses grafikleri benim kulağımda birikti. Dilimi besleyen budur. Sözel geleneğin harmanında büyüdüm. Müzeyyen’i kurdurtan ateşli hastalık gibi bir güdüdür. İtalyanların ‘tarantula’ adlı hareketli bir dansı olduğu söylenir –zehirli sokmalara karşı, vücudun ter ile zehri atması için yapılar çok hareketli bir dans. Müzeyyen, zehir atmak için yazıldı. Bizatihi zehir tarafından yazıldı.

Nasıl bir zehir bu? İçerde konaklamış mı, dışarıdan mı zerk edilmiş? 

Dışarıdan bir şey gelir değer sana, dert olur. O derdin dermanı herkes için başkadır. Ben kâğıda kaleme vurdum kendimi. Vurasım varmış, zamanı gelmiş. Bu son cümle zaten içeride bir hacmin beklemekte olduğunun itirafıdır. Müzeyyen sadece aşk hikâyesi değildir; ’80 sonrası yenilmişlik psikolojisi vardır gizlisinde. Yenilmiş ama yerle yeksan olmamıştır. Bir gün Zeki Demirkubuz, “Ayağa kalkma enerjisi” gibi bir cümle sarf etti Müzeyyen kitabının ruhuna dair. Çok yıl geçti aradan, tam hatırlamıyorum ama doğrudur bence.

Gelenekle bağlantı, kendinden öncekinin devamı olmak ya da olmamak (“Olmak ya da olmamak salıncağında salınıyordu” diyor yazar – kahramanın bir yerde…), özellikle Albayım Beni Nezahat İle Evlendir’de usta ile ilişki, edebiyatın ustaları vs. diye düşünürken bir laf ediyor yazar – kahraman: “Her şey benden önce olmuşsa, bana olacak bir yer, durum kalmıyor muydu?” Müzeyyen ile Nezahat, edebi gelenekle nasıl ilişkileniyor? Bir usta isteyip istemediğini anlayamıyoruz tam; ona ihtiyaç duyup kapısını çalıyor ama belki de esas niyeti kendisinin usta olması –öte yandan ustanın da her şeyi kontrol edemediğini ima ediyor, sanki ona güveni sarsılıyor vs.

Muğlaklık, yüksek kontrol ile yapılmayabilir; öngörülmüş, bilinçli bir tercih olmayabilir. Sende ya da yazarken yolda muğlaklık var ise, onu kaldıracak, iptal edecek bir gelişme olmadıkça muğlaklık devam eder. Eğer yazıya, yola, yapıya –‘kurmacaya’ demek istemiyorum, kurdum, kurarım eminliği bana uzak-, zarar vermiyor ise, muğlaklık da güzel bir kardeşimizdir. Bazen sis içinde dünya gerçekte olduğundan daha farklı görünür. Hep bildiğin şeyleri farklı algılarsın. O farklı algı, zihninde yeni düşüncelere yol açar. Bu kadar tekdüze, güce endeksli ve meraklı, meftun ve buna da gerçeklik / gerçekçilik diyen bir gündelikte o gerçekliğe çarpmanın bir yolu olarak algılarla oynamayı tercih edebilirsin. Kimseye bir şey söylemesen bile sen kendin için yapmış olursun. Bunun da maliyeti vardır: “Oynuyor” derler.

Bir şeyi anlatırken hoop, başka bir yere atlaman ve bazen sayfalarca o başka şeyi –ki çoğu zaman bir resimdir o, anlattıktan sonra esas mevzuya dönmen… Bu, kitapta sıklıkla sorulan “Mesele nedir?” sorusuna okuru da doğrudan muhatap kılma çabasının sonucu muydu?

Bilmem, biraz zıplamalı çalışan bir kafam var –natura meselesi. Ne taammüden planlı bir eylem ne de başka bir şey. Yoğurt yeme tarzım bu. Ama ben sezgiyle yol alırım, öyle varırım bir yerlere. Bir de tek düzlemli, tek boyutlu akışlar bana göre değil. Ben o kadar sabırlı ve olgun biri değilim. İleri geri sıçrarım. Ters takla atarım. Bir yerden başlayıp yol alırsın, yol seni başladığın noktaya geri getirir. Fakat vardığın yer sandığın yer değildir. O kadar yoldan sonra sen de aynı kişi değilsindir. Olmanın, sonuca varmanın, han hamam çoluk çocuk sahipliği gibi ölçütlerin insanı tanımlamak için başat olduğu bir dünyada –bana öyle geliyor olabilir, bu tanıma uymuyorsan, kendine yeni varoluş tanımları üretmelisin. Üretemiyorsan ve mevcut veriler ile de uyum sağlayamıyorsan, yeni haritalar uydurursun. “İnançsızlar, kendi işaretlerini oluşturur” demiş idi bir arkadaşım. Umarım bu laf burada yerine oturmuştur.

Peki, mesele neydi?

Mesele hep durmakta yerli yerinde. Dünya ile uğraşırsan dünya kadar derdin olur! Mesele, olmakta olanın –eşitsiz ve gayri adil olanın- nasıl olup da olmaya devam ettiğidir. Eşitsiz ve gayri adil olanın kendini nasıl olup da üretmeye devam edebiliyor oluşudur. Biz milyonlarca insanın bu değirmene hangi saikler ve pratikler ile su taşıyor oluşumuzdur.

Kitapların ilk yayımlanışının üzerinden 10 – 15 sene geçmiş… Şimdi baktığında o kitaplara, neler geçiyor aklından? Şimdi yazsan, bir adamın bir kadına aşkını böyle mi yazarsın?

Dönüp bakmayı pek sevmem. Unutur, yola devam ederim.  Eskiden dangalak idim ama hayat enerjim daha yüksek idi. Her yere girer çıkardım. Yazma denilen şeyi masa başında kurmaktan ziyade hayatına devam ederken, bedeninden, ruhundan, kendinden geçiren biri olarak… Belki artık daha az dangalağım. Ama yazmanın beyhudeliği üzerine artık zihnimde bir dosya açıldı ya da ruhumda bir yarık oluştu. Şimdi başka hikâyelerin peşindeyim. Bir masa sandalye bulabilirsem yazacağım.

Müzeyyen’in hikâyeyle arası nasıl? “Sapık ve tek taraflı bir tutku” saptamasıyla aslında hikâyenin kendisini de tayin etmiş olmuyor mu? Kaldı ki hikâyenin kahramanıyla da araları iyi.

Adamın biri hislenmiş de, bir kadın üzerinden bir şeyler kuruyor. Fakat aynı süreç, kadının baktığı yerden ‘tek taraflı bir tutku’ olarak görülebilir. Buradan bakarak ‘gidiyor’ dediğimiz gemi, gittiği yerden bakışla ‘gelen bir gemi’ olabilir.

Kadınlara verdiğin isimler de ilginç. Müzeyyen’in kendinden emin tavrı, ‘Batılı’ refleksleri ve zekâsı; Nezahat’in ele geçirilemezliği ve sarışınlığı… Yani bu topraklarda isimleri Müzeyyen ve Nezahat konulmuş kadınlar, senin tarif ettiğin gibi olamazlarmış gibi. Onları böyle isimlendirerek kendi zamanlarından ve mekânlarından soyutluyormuşsun hissine kapıldım. Ne dersin?

Hislere saygım var. Yalan söylemiş olabilirim. Sırf bu soru ile karşılaşmak için 15 sene önce tuzak kurmuş olabilirim. Bu topraklar ve coğrafya kavramlarına da –o malum anlamı yükleyerek-, çok bel bağlamamak gerekir. Vaktiyle Prenses Süreyya için ağlayan kadınlar, Şah Rıza, Farah Diba ile evlenince koşup Diba topuzları yaptırdılar. Annen bakır taslar ile büyür ama yetişkin kadın olur, bakır tası verir, noramin alır… Ek yeri olmayan perdeler çağı ve reklamları başlar. Evin yöresel sivil mimari örneğidir; sen pencereleri boydan boya olan ev derdine düşersin evin kadını olarak vb. İsim biraz kaderdir fakat modernizmin halleri isimlerin üzerinden atlayıp geçer. Ayrıca kara kafalılar ülkesinde bu kadar çakma sarışın da dikkate değer.

“Ma Sekerdo Kardeş? / Dersim ’38 Tanıklıklar” isimli araştırman Erzincan Surbahan köyünde yaşayıp 1937 – ’38 yıllarında sürgüne gönderilmiş insanlardan hayatta olanlarla yaptığın söyleşileri içeriyor. Araştırman, sürgüne gidenlerin çocuklarıyla yapacağın ikinci bir çalışmayla devam edecek sanırım?

Etmeyecek. Birinci kuşak söze başladı mı gürül gürül anlatıyor. Ne yaşadı ise onu anlatıyor. Bir ömür boyu sohbetlerde anlatıla anlatıla unutulmaza dönüşmüş, derin kazınmış. İkinci kuşak, sorumluluk ve acz psikolojisi ile karmakarışık bir kafaya ve ruha sahip. Onlarla çalışmanın yöntemi daha farklı ve yolu uzun. Bu uzun yolu aşmak için telif parası yetmez. Yani araştırırım, sonuçta bir kitap yaparım, o kitaptan gelen üç kuruş, yolda harcadığımı karşılar diyemiyorsun. Karşılamıyor çünkü.

Bir de ikinci kuşak hafızası ve deneyimi ‘50’ler, ‘60’lar, ‘70’ler Türkiye’sinden geçiyor. Sırtında Dersim ve ’38 yükü olan bir ailenin çocukları bu yük ile bu memlekette iş, eğitim, gündelik hayat yolunda ne gibi çatışmalarla yüz yüze kaldılar, kendilerini nasıl sakındılar, nasıl sakladılar, bu onlarda nasıl bir iç dünyayı besledi? Bu soruların cevapları hem kaynak kişilerin psikolojik okumasını hem de memleketin ’50 – ’80 yıllarının sosyal, siyasal, kültürel, ideolojik yapısına, dokusuna, işleyişine bakmayı gerektirir. Bunların hepsi, benim tek başına altından kalkabileceğim bir iş değil. Tek kaldığım sürece de bu böyle olacak. Ayrıca bu meseleler pek de kimsenin umurunda değil. Bakma sen medya üzerinden oluşan gündemlere…

Bu söyleşi Mesele Dergisi’nde yayımlanmıştır.